Musa Kamil Ekin
Yönetim Grubu
- Katılım
- 6 Nisan 2015
- Sertifika
- C Sınıfı
- Firma
- BelKo ltd.şti.
Meslek hastalıkları emekten yana nasıl tartışılmalı? - Celal Emiroğlu
28.03.2015 Meslek Hastalıkları
Kapitalist sistemde toplumdaki eşitsizlikler ekonomik düzenin bir sonucu olarak karşımıza çıkıyor ve toplumsal yaşamın her alanında kendini gösteriyor; meslek hastalıkları tanımında da…
Yasal düzenlemelerdeki “meslek hastalığı tanımı” kapsamının sınırlı tutulması nedeniyle “istatistikler” meslek hastalıkları sayısını az gösteriyor. Mevzuat eksikliği nedeniyle henüz vücutta fonksiyonel ve/veya organik kayıp oluşturmayan durumlarla birlikte “iş ile ilgili hastalıklar” da kapsam dışı kalıyor. Dolayısıyla yüz binlerle ifade edilmesi gereken meslek hastalıkları tanı sayısı birkaç yüze kadar indirilmiş oluyor. Bir başka anlatımla Türkiye’de yaklaşık “Binde 8 olması beklenen meslek hastalıkları sayısı yüz binde 8” olarak karşımıza çıkıyor!
Koruyucu önlemler ve erken tanı olanakları ile meslek hastalıkları sorunu teknik anlamda çözülebilirdi. Çözülmeliydi! Çünkü her bir “erken tanı” aynı ortamı soluyan çok sayıda işçi için “tanı” anlamına geliyordu. Ancak, meslek hastalıklarından korunmak meşakkatli bir işti ve çok da kolay olmayabilirdi. İşçiyi korumak için uygun işe giriş muayenesi sonucu işe yerleştirme, çalışma ortamındaki tehlikeleri belirleme ve bertaraf etme, sonrasında ek ve tamamlayıcı muayenelerle biyolojik izlem vs…
BİREYSEL SORUMSUZLUK!
Kapitalist sistem, bu kurguyu bozarsa ya da bu işi yapacak disiplinlerin izleyeceği yol ve yöntemi kendisi belirlerse çarkı daha ucuza döndürebilecek, emeğin ürettiği artık değere el koyması ve sermayedarın giderek zenginleşmesi kolaylaşacaktı. Başarılı da oldular; işyeri hekimliği ve iş güvenliğini yürütecek disiplinler hep sermaye değirmenine su taşıdılar ya da taşımak zorunda kaldılar. Gerekçeleri yüz yıl önce de bugün de aynıydı…
Meslek hastalıklarının nedenini “kapitalist üretim ilişkileri” olarak değil de; bu sistemin içerisindeki yasal eksiklikler ve işverenlerin ya da çalışanların eksikliği, bireysel sorumsuzluğu, duyarsızlığı, bilgisizliği, niyeti vb. gibi algılattıran devlet; hukuku her fırsatta biraz daha geri noktalara taşıyor, İSGÜM ve Meslek Hastalıkları Hastaneleri gibi kurumsal yapıların içini boşaltıyor, sevk sistemini çıkmaza sokuyor, tanı mekanizmasını “bilinmez” kılıyordu. Olur ya eğer işini yapanlar meslek hastalıkları tanısı koyarsa, devlet işverene haber salıp iş güvenliği uzmanı, işçi ya da işyeri hekimini işten attırıyordu!
NE TAS DEĞİŞTİ NE HAMAM
Meslek hastalıkları, bilimsel anlamda; “İşçinin, çalıştığı işin niteliğinden dolayı sosyal durumunu, vücut bütünlüğünü veya sağlığını etkileyen her türlü bozukluk hali” olarak tanımlanması gerekmektedir. 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu “sigortalının çalıştığı veya yaptığı işin niteliğinden dolayı tekrarlanan bir sebeple veya işin yürütüm şartları yüzünden uğradığı geçici veya sürekli hastalık, bedensel veya ruhsal engellilik halleri...” (506 sayılı SSK Kanunu’ndan aynen aktarıldı) şeklinde bir tanımla “sigortalı olmayanları” dışlayarak kapsamı sınırlandırırken, meslek hastalıkları sayısını azaltıyor. 2012 yılında yürürlüğe giren, daha yeni ve konuyla doğrudan ilgili 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu ise kapsamı; “Kamu ve özel sektöre ait bütün işlere ve işyerlerine” ve “Bu işyerlerinin tüm çalışanlarına faaliyet konularına bakılmaksızın uygulanır” şeklinde belirlerken, “meslek hastalığı” tanımını da; “Mesleki risklere maruziyet sonucu ortaya çıkan hastalığı ifade eder” şeklinde yaptı. 5510 sayılı Kanun’a aykırı gibi izlenim veren yeni kanun tüm çalışanları kapsayan bir yaptırım ile daha gerçekçi düzenleme yaptı. Aynı kanun “tıbbi anlamda” da daha doğru bir ifade ile “mesleki risklere maruziyet sonucu ortaya çıkan” her türlü hastalığı “meslek hastalığı” olarak tanımladı. İki kanun bütünlüklü olarak yorumlandığında; Çalışma Bakanlığı, bir taraftan tüm çalışanların meslek hastalığını kabul eden bir görünüm verirken, diğer taraftan da dünyada ironi konusu olan “Meslek hastalıklarında en iyi ülke Türkiye” imajını da değiştirmek istiyor. 5510 sayılı Kanun, adına iş kazası ve meslek hastalığı primi ödenen eski SSK çalışanları için “sigorta ve tazminat” hakları sağlarken, 6331 sayılı Kanun’un kapsam dışı bıraktığı -adına prim ödenmeyen- Bağ-Kur’lular ve kamu çalışanlarına bu hakkı vermeden eski durumlarını koruyor. Özetle, ne tas değişti ne hamam! Sonuç olarak; Türkiye ile alay ettiren meslek hastalıklarının sayısı artırılırken, sigortacılık ve tazmin boyutu da mevcut durumunu koruyacak. Hesap budur! Çalışma Bakanlığı, hukuku her fırsatta biraz daha geri noktalara taşıyor…
BU TARTIŞMA, EMEKTEN YANA TARAFLARCA BİRLİKTE SÜRDÜRÜLMELİ
Türk Tabipleri Birliği - Mesleki Sağlık ve Güvenlik Dergisi (MSG) 15 yılı aşkın süredir yayımına devam ederken, bugüne kadar 52 sayı çıkarttı. MSG ilk sayısından itibaren; işçi sağlığı konusunda “reallikler ve uygulamalar üzerine sıkıştırılmış tartışmaların bu alanın yaratıcı özünün oluşturulmasında işe yaramadığı” tespitleri, yapılmış, tartışmaların “alanın tüm dinamikleriyle beraber” coşturulması gerektiği belirtilmiştir. Bağımsız gibi görünen “işçi sağlığı” alanına yönelik atılacak adımların diğer alanları da sorgulayacağı sürekli vurgulanmıştır. MSG, bugüne kadar meslek hastalıkları konusundaki eşitsizlikleri tartıştı/tartıştırdı. Kısırlaştırılan tartışmalardan çözüme yönelik üretken çıktılar elde etme adına yeni açılımlar sağlamayı hedefleyen MSG, işçi cinayetleri ile meslek hastalıkları ekonomi politiğini tartışmaya açarak sorunun özüne ulaşmaya çalışmakta ve bu tartışmanın emekten yana tüm taraflarca birlikte sürdürülmesini beklemektedir…
Sağlıcakla…
FATURA İŞÇİYE KESİLECEK
Devlete egemen sınıflar, kendi sınıf çıkarlarına hizmet eden yasaları ve kurumları oluşturarak çalıştırıyorlar. Örneğin, devlet, bugüne kadar artı değer sömürüsünün en yoğun yaşandığı enformel sistemde meslek hastalıkları tespitiyle ilgili yasal düzenleme hazırlamadı.
Çünkü sermayenin irili-ufaklı muhafazakar kesimi halen mevcut durumdan en azından siyasi iktidarı kaybetmeme adına yararlanırken, daha büyük sermaye grupları da enformel çalışma ile haksız kazanç sağlayan kesimden rahatsızlığını zaman zaman hissettiriyor. Büyük sermayenin baskısıyla 5510 ve 6331 sayılı Kanunlar, “İşverenlere yaptırımları eskine göre göreceli artırdı” diyebiliriz; ancak, sistem hedeflerine ulaşabilmek için faturası çalışana kesilmek üzere işverenleri de “terbiye” etme gereksinimi duyuyor. Kapitalist sistem, kendi içinde “iş sağlığı ve güvenliği” üzerinden “eşitsizlikler” oluşturarak “haksız rekabeti önleyecek yeni bir düzen” kurmaya çalışıyor.
Örneğin, ISO, OHSAS, TS (18001) vb. gibi bazı standartlara uymak ve bazı belgeleri almak gerekliliği sermaye grupları arasında rekabet ortamı yaratırken daha güçlü sermaye grubu daha zayıf olanı dışlıyor. Diğer bir anlatımla hammadde, enerji vb. üzerinden “eşitsizlik” yaratabilmenin koşullarının ortadan kalktığı bir dönemde, iş gücü maliyeti ile birlikte “iş sağlığı ve güvenliği” üzerinden “eşitsizlik” yaratılabiliyor. Bu kurguya uygun olarak hazırlanan AB ve ILO gibi kurumların uluslararası referans normlarından yola çıkılarak hazırlanan 6331 sayılı Kanun yeni bir düzen kuruyor. Bu düzene göre sermayedarlar “iş sağlığı ve güvenliği hizmetini sunmak için” işyerlerinde “iş güvenliği uzmanı ve işyeri hekimi ile diğer sağlık personeli” gibi profesyonelleri görevlendirmekle yükümlü.
Bu görevlendirmenin piyasa koşullarında “Ortak Sağlık ve Güvenlik Birimi” aracılığıyla yapılması arzulanıyor. Kanun’un öngördüğü “genel önleme ve koruma politikası” esasen “eşitsizlik” sağlamak üzere söz konusu profesyonellerin “çalışanlara talimat prensibi” üzerinden şekilleniyor. “Talimatlar” işçiye imza karşılığında verildiğinde işin “güvenli” bir şekilde yapılmasının sorumlusu “işçi” olacak! Bu işlemlerden sonra olası meslek hastalığı durumunda fatura talimata uymayan(!) işçiye kesilecek… Başka bir ifadeyle; kapitalist sistem, işveren sorumluluğunda da olsa çalışma ortamından kaynaklı hastalıklardan dün de, bugün de, yarın da korumayacak, çünkü sermaye “İşçinin sağlığının ertesi gün çalışabileceği kadar korunması gerektiği” anlayışına inanmak istiyor.
KORUMA YERİNE SİGORTA MALİ YÜK TOPLUMA
Devlet, koruma yerine “tazminat” ve “sigortacılık” boyutunu öne çıkartarak sermayeyi bedel ödemekten kurtarıyor. Sermayenin koruyamaması nedeniyle ortaya çıkan meslek hastalıklarının mali yükü bugüne kadar SSK üzerinden devlete kesildi, bundan sonra da başarabildikleri ölçüde emeğe/emekçiye yani topluma yüklenecek. Bu nedenledir ki sınıfsal çelişkiler üzerinden insan sağlığının nasıl belirlendiğini görmek olasıdır; meslek hastalıklarının tanı ve tedavisi ile kapitalizm arasındaki ilişki “emek-sermaye çelişkisinin merkezinde” aranmalıdır. Meslek hastalıklarının ekonomi politiği toplumsal yönüyle ele alındığında; emeğin değerinin düşürüldüğü, işsizliğin artırıldığı (Üremenin teşvik edildiği), enformel çalışmanın teşvik edildiği, emeğin örgütsüzleştirildiği, güvencesizliğin arttırıldığı vb. durumlarda emekçi sınıflar üzerinde bir denetim ve baskı aracı olan devletin bu alandaki tercihleri de daha anlaşılır hale gelmektedir.
İŞÇİ ÖLÜR, YERİNE GENÇ OLANI GELİR
Diğer taraftan, neoliberal politikaların esiri olan sendikalar ile korporatizmin etkisinde kalan meslek örgütlerinin içeriden çözüm arayışları sonucu “Meslek hastalıklarının toplumsallaştırılması sürecini meşrulaştıracak bir ortam” yaratıldığında boyutları bilin(e)meyen meslek hastalıkları konusu devletin gündemine gelmiyor, dolayısıyla sermaye için de endişelenecek bir şey kalmıyor. Yüzünü ne tarafa döneceğine karar veremeyen(!) Çalışma Bakanlığının meslek hastalıklarına yaklaşımı ise Nasrettin Hoca fıkraları veya Don Kişot ile Sanço Panza’nın maceralarını çağrıştırmaktan öte bir anlam ifade etmiyor.
Kapitalist sistem, kalkınma adına “işçilerin, çalışma kapasitesi ve işin üretkenliği ile çalışma yaşamının zorluklarıyla başa çıkabilme yeteneklerini artırmak” istiyor. İşçi bunu başaramazsa gider ya da hastalanır/ölür, yerine daha genç olanı gelir… İşletmenin verimliliği, ülkenin kalkınması meseleleri öncelendiğinde; işyerlerindeki meslek hastalıkları da dahil, “öldürücü riskler” ekonomik kalkınma için “kabul edilebilir” hale getiriliyor, terazinin kefesinde “işin fıtratı” ağır basıyor ve işçi cinayetleri artıyor. Çaresizliği öğrenen ve kendi emeğine yabancılaşan “işçi sınıfının algısı yönetilerek emeğin kontrolü sağlanıyor” ve dolayısıyla işçinin “üretimden gelen gücü” sönük kalıyor.
Emekten yana bakışın eksikliği durumunda; işyerinde “koruyucu hizmetler” teknik anlamda verilse dahi işyeri hekimi ve iş güvenliği uzmanına biçilen rol; işçinin sağlığı değil sistemin güvenliği ile ilgilidir. Kapitalist sistem, ideolojisine uygun “çalışma ve güvenlik kültürü” temelinde işçinin “verimli” olmasını sağlamak koşuluyla işyeri hekimi ve iş güvenliği uzmanına “iş” veriyorsa, işyeri hekimi ve iş güvenliği uzmanının varlık gerekçesi kapitalist sistemin kendisidir ve meslek hastalıkları gibi uzun sürede ortaya çıkabilecek sorunları görmezden gelmeleri de olasıdır!
Bu anlamda önemli olan; işçi sağlığı ve güvenliği hizmetleri ile birlikte işçinin “sağlıklı emek” ekseninde “artı değer sömürüsüne karşı duran” siyasi/ideolojik donanımının sağlanmasıdır. Bilinçli ve sağlıklı işçi, değişiminin/dönüşümünün işaretlerini verebilecek örgütlenmesini de güçlendirebilir. Örgütlü işçi de işçi sağlığı ve güvenliğini işyeri hekimine, iş güvenliği uzmanına rağmen kendisi sağlayabilir. Bu anlamda “işçilerin sağlığının korunması işçilerin kendi görevidir” diyebiliriz. Söz konusu profesyonellerin bu görevi yerine getirebilecek sınıfsal bakışa katkısı “işçinin bilme hakkı” gözetilerek gerçekleştirilebilir.
28.03.2015 Meslek Hastalıkları
Kapitalist sistemde toplumdaki eşitsizlikler ekonomik düzenin bir sonucu olarak karşımıza çıkıyor ve toplumsal yaşamın her alanında kendini gösteriyor; meslek hastalıkları tanımında da…
Yasal düzenlemelerdeki “meslek hastalığı tanımı” kapsamının sınırlı tutulması nedeniyle “istatistikler” meslek hastalıkları sayısını az gösteriyor. Mevzuat eksikliği nedeniyle henüz vücutta fonksiyonel ve/veya organik kayıp oluşturmayan durumlarla birlikte “iş ile ilgili hastalıklar” da kapsam dışı kalıyor. Dolayısıyla yüz binlerle ifade edilmesi gereken meslek hastalıkları tanı sayısı birkaç yüze kadar indirilmiş oluyor. Bir başka anlatımla Türkiye’de yaklaşık “Binde 8 olması beklenen meslek hastalıkları sayısı yüz binde 8” olarak karşımıza çıkıyor!
Koruyucu önlemler ve erken tanı olanakları ile meslek hastalıkları sorunu teknik anlamda çözülebilirdi. Çözülmeliydi! Çünkü her bir “erken tanı” aynı ortamı soluyan çok sayıda işçi için “tanı” anlamına geliyordu. Ancak, meslek hastalıklarından korunmak meşakkatli bir işti ve çok da kolay olmayabilirdi. İşçiyi korumak için uygun işe giriş muayenesi sonucu işe yerleştirme, çalışma ortamındaki tehlikeleri belirleme ve bertaraf etme, sonrasında ek ve tamamlayıcı muayenelerle biyolojik izlem vs…
BİREYSEL SORUMSUZLUK!
Kapitalist sistem, bu kurguyu bozarsa ya da bu işi yapacak disiplinlerin izleyeceği yol ve yöntemi kendisi belirlerse çarkı daha ucuza döndürebilecek, emeğin ürettiği artık değere el koyması ve sermayedarın giderek zenginleşmesi kolaylaşacaktı. Başarılı da oldular; işyeri hekimliği ve iş güvenliğini yürütecek disiplinler hep sermaye değirmenine su taşıdılar ya da taşımak zorunda kaldılar. Gerekçeleri yüz yıl önce de bugün de aynıydı…
Meslek hastalıklarının nedenini “kapitalist üretim ilişkileri” olarak değil de; bu sistemin içerisindeki yasal eksiklikler ve işverenlerin ya da çalışanların eksikliği, bireysel sorumsuzluğu, duyarsızlığı, bilgisizliği, niyeti vb. gibi algılattıran devlet; hukuku her fırsatta biraz daha geri noktalara taşıyor, İSGÜM ve Meslek Hastalıkları Hastaneleri gibi kurumsal yapıların içini boşaltıyor, sevk sistemini çıkmaza sokuyor, tanı mekanizmasını “bilinmez” kılıyordu. Olur ya eğer işini yapanlar meslek hastalıkları tanısı koyarsa, devlet işverene haber salıp iş güvenliği uzmanı, işçi ya da işyeri hekimini işten attırıyordu!
NE TAS DEĞİŞTİ NE HAMAM
Meslek hastalıkları, bilimsel anlamda; “İşçinin, çalıştığı işin niteliğinden dolayı sosyal durumunu, vücut bütünlüğünü veya sağlığını etkileyen her türlü bozukluk hali” olarak tanımlanması gerekmektedir. 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu “sigortalının çalıştığı veya yaptığı işin niteliğinden dolayı tekrarlanan bir sebeple veya işin yürütüm şartları yüzünden uğradığı geçici veya sürekli hastalık, bedensel veya ruhsal engellilik halleri...” (506 sayılı SSK Kanunu’ndan aynen aktarıldı) şeklinde bir tanımla “sigortalı olmayanları” dışlayarak kapsamı sınırlandırırken, meslek hastalıkları sayısını azaltıyor. 2012 yılında yürürlüğe giren, daha yeni ve konuyla doğrudan ilgili 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu ise kapsamı; “Kamu ve özel sektöre ait bütün işlere ve işyerlerine” ve “Bu işyerlerinin tüm çalışanlarına faaliyet konularına bakılmaksızın uygulanır” şeklinde belirlerken, “meslek hastalığı” tanımını da; “Mesleki risklere maruziyet sonucu ortaya çıkan hastalığı ifade eder” şeklinde yaptı. 5510 sayılı Kanun’a aykırı gibi izlenim veren yeni kanun tüm çalışanları kapsayan bir yaptırım ile daha gerçekçi düzenleme yaptı. Aynı kanun “tıbbi anlamda” da daha doğru bir ifade ile “mesleki risklere maruziyet sonucu ortaya çıkan” her türlü hastalığı “meslek hastalığı” olarak tanımladı. İki kanun bütünlüklü olarak yorumlandığında; Çalışma Bakanlığı, bir taraftan tüm çalışanların meslek hastalığını kabul eden bir görünüm verirken, diğer taraftan da dünyada ironi konusu olan “Meslek hastalıklarında en iyi ülke Türkiye” imajını da değiştirmek istiyor. 5510 sayılı Kanun, adına iş kazası ve meslek hastalığı primi ödenen eski SSK çalışanları için “sigorta ve tazminat” hakları sağlarken, 6331 sayılı Kanun’un kapsam dışı bıraktığı -adına prim ödenmeyen- Bağ-Kur’lular ve kamu çalışanlarına bu hakkı vermeden eski durumlarını koruyor. Özetle, ne tas değişti ne hamam! Sonuç olarak; Türkiye ile alay ettiren meslek hastalıklarının sayısı artırılırken, sigortacılık ve tazmin boyutu da mevcut durumunu koruyacak. Hesap budur! Çalışma Bakanlığı, hukuku her fırsatta biraz daha geri noktalara taşıyor…
BU TARTIŞMA, EMEKTEN YANA TARAFLARCA BİRLİKTE SÜRDÜRÜLMELİ
Türk Tabipleri Birliği - Mesleki Sağlık ve Güvenlik Dergisi (MSG) 15 yılı aşkın süredir yayımına devam ederken, bugüne kadar 52 sayı çıkarttı. MSG ilk sayısından itibaren; işçi sağlığı konusunda “reallikler ve uygulamalar üzerine sıkıştırılmış tartışmaların bu alanın yaratıcı özünün oluşturulmasında işe yaramadığı” tespitleri, yapılmış, tartışmaların “alanın tüm dinamikleriyle beraber” coşturulması gerektiği belirtilmiştir. Bağımsız gibi görünen “işçi sağlığı” alanına yönelik atılacak adımların diğer alanları da sorgulayacağı sürekli vurgulanmıştır. MSG, bugüne kadar meslek hastalıkları konusundaki eşitsizlikleri tartıştı/tartıştırdı. Kısırlaştırılan tartışmalardan çözüme yönelik üretken çıktılar elde etme adına yeni açılımlar sağlamayı hedefleyen MSG, işçi cinayetleri ile meslek hastalıkları ekonomi politiğini tartışmaya açarak sorunun özüne ulaşmaya çalışmakta ve bu tartışmanın emekten yana tüm taraflarca birlikte sürdürülmesini beklemektedir…
Sağlıcakla…
FATURA İŞÇİYE KESİLECEK
Devlete egemen sınıflar, kendi sınıf çıkarlarına hizmet eden yasaları ve kurumları oluşturarak çalıştırıyorlar. Örneğin, devlet, bugüne kadar artı değer sömürüsünün en yoğun yaşandığı enformel sistemde meslek hastalıkları tespitiyle ilgili yasal düzenleme hazırlamadı.
Çünkü sermayenin irili-ufaklı muhafazakar kesimi halen mevcut durumdan en azından siyasi iktidarı kaybetmeme adına yararlanırken, daha büyük sermaye grupları da enformel çalışma ile haksız kazanç sağlayan kesimden rahatsızlığını zaman zaman hissettiriyor. Büyük sermayenin baskısıyla 5510 ve 6331 sayılı Kanunlar, “İşverenlere yaptırımları eskine göre göreceli artırdı” diyebiliriz; ancak, sistem hedeflerine ulaşabilmek için faturası çalışana kesilmek üzere işverenleri de “terbiye” etme gereksinimi duyuyor. Kapitalist sistem, kendi içinde “iş sağlığı ve güvenliği” üzerinden “eşitsizlikler” oluşturarak “haksız rekabeti önleyecek yeni bir düzen” kurmaya çalışıyor.
Örneğin, ISO, OHSAS, TS (18001) vb. gibi bazı standartlara uymak ve bazı belgeleri almak gerekliliği sermaye grupları arasında rekabet ortamı yaratırken daha güçlü sermaye grubu daha zayıf olanı dışlıyor. Diğer bir anlatımla hammadde, enerji vb. üzerinden “eşitsizlik” yaratabilmenin koşullarının ortadan kalktığı bir dönemde, iş gücü maliyeti ile birlikte “iş sağlığı ve güvenliği” üzerinden “eşitsizlik” yaratılabiliyor. Bu kurguya uygun olarak hazırlanan AB ve ILO gibi kurumların uluslararası referans normlarından yola çıkılarak hazırlanan 6331 sayılı Kanun yeni bir düzen kuruyor. Bu düzene göre sermayedarlar “iş sağlığı ve güvenliği hizmetini sunmak için” işyerlerinde “iş güvenliği uzmanı ve işyeri hekimi ile diğer sağlık personeli” gibi profesyonelleri görevlendirmekle yükümlü.
Bu görevlendirmenin piyasa koşullarında “Ortak Sağlık ve Güvenlik Birimi” aracılığıyla yapılması arzulanıyor. Kanun’un öngördüğü “genel önleme ve koruma politikası” esasen “eşitsizlik” sağlamak üzere söz konusu profesyonellerin “çalışanlara talimat prensibi” üzerinden şekilleniyor. “Talimatlar” işçiye imza karşılığında verildiğinde işin “güvenli” bir şekilde yapılmasının sorumlusu “işçi” olacak! Bu işlemlerden sonra olası meslek hastalığı durumunda fatura talimata uymayan(!) işçiye kesilecek… Başka bir ifadeyle; kapitalist sistem, işveren sorumluluğunda da olsa çalışma ortamından kaynaklı hastalıklardan dün de, bugün de, yarın da korumayacak, çünkü sermaye “İşçinin sağlığının ertesi gün çalışabileceği kadar korunması gerektiği” anlayışına inanmak istiyor.
KORUMA YERİNE SİGORTA MALİ YÜK TOPLUMA
Devlet, koruma yerine “tazminat” ve “sigortacılık” boyutunu öne çıkartarak sermayeyi bedel ödemekten kurtarıyor. Sermayenin koruyamaması nedeniyle ortaya çıkan meslek hastalıklarının mali yükü bugüne kadar SSK üzerinden devlete kesildi, bundan sonra da başarabildikleri ölçüde emeğe/emekçiye yani topluma yüklenecek. Bu nedenledir ki sınıfsal çelişkiler üzerinden insan sağlığının nasıl belirlendiğini görmek olasıdır; meslek hastalıklarının tanı ve tedavisi ile kapitalizm arasındaki ilişki “emek-sermaye çelişkisinin merkezinde” aranmalıdır. Meslek hastalıklarının ekonomi politiği toplumsal yönüyle ele alındığında; emeğin değerinin düşürüldüğü, işsizliğin artırıldığı (Üremenin teşvik edildiği), enformel çalışmanın teşvik edildiği, emeğin örgütsüzleştirildiği, güvencesizliğin arttırıldığı vb. durumlarda emekçi sınıflar üzerinde bir denetim ve baskı aracı olan devletin bu alandaki tercihleri de daha anlaşılır hale gelmektedir.
İŞÇİ ÖLÜR, YERİNE GENÇ OLANI GELİR
Diğer taraftan, neoliberal politikaların esiri olan sendikalar ile korporatizmin etkisinde kalan meslek örgütlerinin içeriden çözüm arayışları sonucu “Meslek hastalıklarının toplumsallaştırılması sürecini meşrulaştıracak bir ortam” yaratıldığında boyutları bilin(e)meyen meslek hastalıkları konusu devletin gündemine gelmiyor, dolayısıyla sermaye için de endişelenecek bir şey kalmıyor. Yüzünü ne tarafa döneceğine karar veremeyen(!) Çalışma Bakanlığının meslek hastalıklarına yaklaşımı ise Nasrettin Hoca fıkraları veya Don Kişot ile Sanço Panza’nın maceralarını çağrıştırmaktan öte bir anlam ifade etmiyor.
Kapitalist sistem, kalkınma adına “işçilerin, çalışma kapasitesi ve işin üretkenliği ile çalışma yaşamının zorluklarıyla başa çıkabilme yeteneklerini artırmak” istiyor. İşçi bunu başaramazsa gider ya da hastalanır/ölür, yerine daha genç olanı gelir… İşletmenin verimliliği, ülkenin kalkınması meseleleri öncelendiğinde; işyerlerindeki meslek hastalıkları da dahil, “öldürücü riskler” ekonomik kalkınma için “kabul edilebilir” hale getiriliyor, terazinin kefesinde “işin fıtratı” ağır basıyor ve işçi cinayetleri artıyor. Çaresizliği öğrenen ve kendi emeğine yabancılaşan “işçi sınıfının algısı yönetilerek emeğin kontrolü sağlanıyor” ve dolayısıyla işçinin “üretimden gelen gücü” sönük kalıyor.
Emekten yana bakışın eksikliği durumunda; işyerinde “koruyucu hizmetler” teknik anlamda verilse dahi işyeri hekimi ve iş güvenliği uzmanına biçilen rol; işçinin sağlığı değil sistemin güvenliği ile ilgilidir. Kapitalist sistem, ideolojisine uygun “çalışma ve güvenlik kültürü” temelinde işçinin “verimli” olmasını sağlamak koşuluyla işyeri hekimi ve iş güvenliği uzmanına “iş” veriyorsa, işyeri hekimi ve iş güvenliği uzmanının varlık gerekçesi kapitalist sistemin kendisidir ve meslek hastalıkları gibi uzun sürede ortaya çıkabilecek sorunları görmezden gelmeleri de olasıdır!
Bu anlamda önemli olan; işçi sağlığı ve güvenliği hizmetleri ile birlikte işçinin “sağlıklı emek” ekseninde “artı değer sömürüsüne karşı duran” siyasi/ideolojik donanımının sağlanmasıdır. Bilinçli ve sağlıklı işçi, değişiminin/dönüşümünün işaretlerini verebilecek örgütlenmesini de güçlendirebilir. Örgütlü işçi de işçi sağlığı ve güvenliğini işyeri hekimine, iş güvenliği uzmanına rağmen kendisi sağlayabilir. Bu anlamda “işçilerin sağlığının korunması işçilerin kendi görevidir” diyebiliriz. Söz konusu profesyonellerin bu görevi yerine getirebilecek sınıfsal bakışa katkısı “işçinin bilme hakkı” gözetilerek gerçekleştirilebilir.